YALNIZLAŞAN TOPLUM

Sessizliğin Felaketi Büyüttüğü Ülke: Türkiye

Yalnızlık, tek başınalık değildir. Tek başınalık fiziksel bir durumken yalnızlık toplumsal bir çöküntüdür. Kalabalıklar içinde görünmez olmak, bir felaketin ortasında kimseye ulaşamamak, bir sorunu haykırdığında yalnızca kendi sesinin yankısını duymak… İşte gerçek yalnızlık budur. Ve biz bu yalnızlığı yıllardır yaşıyoruz. Giderek artan, derinleşen, normalleşen bir yalnızlık.

Türkiye son yıllarda sayısız felaketle yüzleşti ve yüzleşiyor. Orman yangınları, seller, depremler, ekonomik krizler, toplu iş cinayetleri, kadın cinayetleri… Her biri toplumun farklı katmanlarında iz bırakıyor. Ancak bu felaketlerin en yıkıcı etkisi çoğu zaman doğrudan zarar değil, sonrasında yaşanan yalnızlıktır. Yardım çığlıklarına kulak verilmemesi, dayanışmanın parçalanması, kurumların sorumluluktan kaçınması ve yurttaşın kendi kaderiyle baş başa bırakılması… Tüm bunlar gösteriyor ki felaketlerin bizi yalnızlaştırdığı kadar yalnızlık da felaketleri büyütüyor.

Peki bu yalnızlaşma nasıl başladı? Bu hâle nasıl geldik? Ve bu yalnızlığı aşmak mümkün mü?

Sessizlikte Yankılanan Çöküş

Yalnızlaşma her zaman sessizlikle başlar. Fakat bu sessizlik bir tercih değil, bir sonuçtur. Son yıllarda yaşadığımız tüm krizleri — ekonomik darboğazı, depremi, pandemiyi, mülteci sorunlarını, çevre felaketlerini — hatırlayalım. İlk günlerde yaşanan büyük tepkiler, birkaç gün içinde sıradan bir habere dönüşmedi mi? Burada yüzleşmemiz gereken temel gerçek şu: duyarsızlaştık.

Duyarsızlık bir kusur değil, bir savunma mekanizması gibi gelişti. Çünkü toplum olarak uzun süredir çaresizlikle baş etmeye çalışıyoruz. Her gün bir başka kötü haber, bir başka yıkım… Ve sonunda psikolojik bağışıklığımız çöktü. Bu çöküş, bizi yalnızlaştırdı.

Ama daha da önemlisi: bu duyarsızlık politik olarak üretildi. Medya gündemleri sıkça değiştirerek dikkatimizi dağıttı. Siyaset, krizleri yönetmek yerine manipüle etti. Krizler karşısında kurumsal açıklamalar samimi değil stratejik oldu. Her açıklama daha çok öfke, daha çok umutsuzluk doğurdu. Ve toplum en sonunda tepkisiz kaldı. Çünkü inancını kaybetti. İşte burada ilk kırılma yaşandı: Toplum, kendi duygusuna yabancılaştı.

Marx’ın emek teorisinden ödünç alırsak insan artık ürettiği hayata değil, kendisine yabancı bir dünyanın nesnesine dönüşür. Türkiye’de son dönemde bu yabancılaşma özellikle felaket anlarında kendini apaçık göstermeye başladı. Mesela 2023 Kahramanmaraş depremlerinde yüzbinlerce kişi günlerce yardım bekledi. Birçok bölgeye yardım geç ulaştı. Yerel inisiyatiflerin müdahale etmesine engel olan bürokrasi felaketi daha da büyüttü. İnsanlar hem sevdiklerini kaybetti hem de sahipsizlik duygusunu yaşadı.

Ya da daha güncel bir örnek olarak yaşadığımız orman yangınlarını ele alalım. Günlerce süren yangınlar karşısında binlerce vatandaş kendi imkânlarıyla, kendi örgütlülüğüyle yangına müdahale etmeye çalışıyor. Devletin koordinasyon eksikliği, bürokratik engeller ve iletişimsizlik birçok bölgede halkın adeta yalnız bırakılmasına yol açmakta. Bu yalnızlık sadece fiziksel değil, ruhsal bir kopuşun ifadesi haline geldi. Vatandaş artık kamusal yapının bir parçası değil; gözlemcisi, hatta mağduru konumunda. Bu da ciddi bir toplumsal güven kaybına neden oluyor.

Bu güven kaybı, uzun vadede yalnızlığı büyütür. İnsan artık “birlikte başarma” ihtimaline inanmamaya başlar. Yardım kampanyalarına, seçim vaatlerine, devlet kurumlarına, sivil toplum örgütlerine karşı mesafeli hâle gelir. Ve sonunda hiçbir yere ait hissetmeyen, ne devletten ne komşudan ne de kolektif akıldan medet uman bireyler çoğalır.

Bu yalnızlık, soyut bir his değil. Toplumsal işleyişin doğrudan sonucudur. Yalnızlık, örgütsüzlüğün başka adıdır.

Yalnızlık Duygu Değil, Yapı Sorunudur

Bu noktada şu soruyu sormalıyız: Yalnızlıkla mücadele nasıl olur?

Cevabımız net: örgütlenerek.

Ama klasik, dikey, merkeziyetçi örgütlenme biçimleri değil. Katılımcı, yatay, şeffaf ve birlikte işleyen yapılar. Yani sosyokrasi.

Sosyokrasi, karar alma süreçlerini sadece yukarıdan aşağıya değil, aşağıdan yukarıya da kurar. Toplumun her bireyini dinler, her kesimi sürecin öznesi yapar. Herkesin sesi kararın bir parçasıdır. Böylece toplum hem kendini hem de birbirini duyar.

Kurulacak sosyokratik bir yapı neler yapabilir?

  • Yerel Afet Koordinasyonları: Mahalle bazında oluşturulan topluluklar yangın, deprem gibi durumlara yerinden ve hızlı müdahale edebilir.
  • Şeffaf Hesap Verme Mekanizmaları: Belediyeler, sosyal medya veya basın üzerinden değil, halkla birlikte toplantılar yaparak afet süreçlerini birlikte değerlendirir.
  • Ekolojik Karar Örgütleri: Doğa politikaları sadece şirketlerin ya da devletin değil, yöre halkının ve ekolojik örgütlerin ortak kararıyla şekillenir.

Sosyokrasi, sadece bir sistem değil; bir duygu düzenleyicisidir. Bireyin yalnız olmadığını, birlikte karar alabileceğini, kaderinin pasif bir izleyicisi değil, aktif bir öznesi olduğunu hissettirir.

Yalnız Değiliz, Örgütsüzüz

Bugün Türkiye’deki en temel sorunlarımızdan biri yalnızlık değil, örgütsüzlüktür. İnsanlar birlikte hareket etmenin yollarını, dillerini ve reflekslerini kaybetti. Bu kayıp, bizi felaketler karşısında sessizleştirdi. Ama bu sessizliğin kader olması gerekmiyor.

Sosyokrasi, bu kırılmış ilişkileri onarmak için bir fırsattır. Bizim ihtiyacımız olan şey, bir kurtarıcı değil; birlikte düşünen, birlikte karar alan bir topluluk olmaktır. Çünkü hiçbir yardım eli, kendi uzattığımız kadar güçlü olamaz. Ve hiçbir yönetim biçimi, yurttaşın katılımı kadar dönüştürücü olamaz.

Yalnız değiliz. Ama birbirimize yaklaşmadan, konuşmadan, dinlemeden, birlikte üretmeden birlikte olamayız. Çünkü yalnızlık kader değil, yalnızlaştırma bir tercihtir. Biz bu tercihi reddedebiliriz. Yeter ki birbirimizi duymaya yeniden başlayalım.

PAYLAŞ:

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir