TÜRKİYE’NİN DEMOKRASİYLE İMTİHANI

Türkiye’nin demokrasi serüveni yüz yılı aşkın bir zaman dilimine yayılmış çetin bir yolculuktur. Bu yolculuk sadece siyasal partilerin iktidar mücadelesiyle sınırlı değildir; aynı zamanda toplumun demokrasiye olan inancı, aidiyeti ve katılım biçimleriyle de şekillenmiştir. Türkiye’de demokrasi ne tam anlamıyla kök salabilmiş ne de tamamen köksüz kalmıştır. Sürekli bir “imtihan” hâlidir bu: Devletin halkla, halkın kendiyle ve sistemin kendi sınırlarıyla yüzleşmesidir.

Bu yazıda, Türkiye’nin demokrasiyle yaşadığı çelişkileri sosyolojik ve tarihsel bağlamda irdeleyerek, temsilî demokrasinin krizlerini tartışacağız. Ayrıca, giderek daha çok tartışılmaya başlanan katılımcı yönetim modellerinden biri olan “sosyokrasi”nin bu krizlere nasıl bir cevap olabileceğini ele alacağız.

Demokrasi: Tanımlardan Gerçekliğe

Demokrasi, en yalın ve bilinen tanımıyla halkın kendi kendini yönetmesidir. Ancak pratikte bu tanımın içi çoğu zaman boşaltılmıştır. Türkiye’de demokrasi genellikle seçim sandığına indirgenmiş, katılım sadece oy verme fiiliyle sınırlı tutulmuştur. Oysa demokrasinin gerçek işleyişi seçmenin sadece tercih yapmasında değil, bu tercihin sonuçlarını izleyip denetleyebilmesinde yatar.

Batılı anlamda gelişmiş demokrasilerde bile temsil krizleri ve halktan kopuk siyasal elitler tartışma konusuyken Türkiye gibi demokratik kültürü kurumsallaşamamış ülkelerde bu sorun çok daha derindir. Siyasal iktidarlar değişse de yönetim tarzının özünde değişmemesi demokrasinin bir şekil olmaktan öteye geçemediğini gösteriyor.

Bu noktada siyaset bilimi literatüründe sıkça tartışılan elektoralizm kavramına da değinmek gerekir. Elektoralizm, demokrasiyi yalnızca serbest ve periyodik seçimlerden ibaret gören indirgemeci bir yaklaşımdır. Bu görüşe göre bir ülkede seçim yapılması orada demokrasinin varlığına delil sayılır. Oysa gerçek demokrasi hukuk devleti, temel hak ve özgürlükler, ifade ve basın özgürlüğü, çoğulculuk, kurumsal denge-denetim mekanizmaları ve yönetime sürekli yurttaş katılımı gibi boyutları da zorunlu kılar. Türkiye’de demokrasinin sandığa indirgenmiş olması büyük ölçüde bu elektoralist bakışın hâkimiyetinden kaynaklanmaktadır. Bu da halkın demokratik denetimi bir hak değil bir lütuf gibi görmesine yol açmakta, siyasal sistemin hesap verebilirliğini zayıflatmaktadır.

Türkiye’de Demokrasi Kültürü: Kökleri ve Kopuklukları

Türkiye’nin demokrasi tecrübesi tarihsel olarak iki ayrı zeminde gelişmiştir: Biri devlet aklı ve modernleşmeci elitler üzerinden yukarıdan aşağıya inşa edilen bir yönetim biçimi, diğeri ise halkın gündelik hayatında ve toplumsal ilişkilerde karşılık bulan katılım talepleri. Ancak bu iki zemin hiçbir zaman tam anlamıyla birleşememiştir.

Cumhuriyetin ilk yıllarında halk modernleşmenin nesnesi olarak görüldü, öznesi değil. Okullaşma, şehirleşme ve laikleşme politikaları büyük ölçüde halktan ziyade devlet kadrolarının öncülüğünde şekillendi. Bu da halkın devlete karşı bir “mesafe” duygusu geliştirmesine neden oldu. Devletin halkı eğitmesi gereken bir “kitle” olarak görmesi, demokratik katılımın önünü tıkayan temel faktörlerden biri olmuştur.

Bugün hâlâ yaygın olan devlet baba anlayışı, bireyin devlete karşı sorumlu, devletten hak talep etmeyen pasif bir yurttaş olarak konumlanmasına yol açmaktadır. Oysa demokrasi yalnızca itaat eden değil, hesap soran ve yönetime katılan bir yurttaş tipolojisini gerektirir.

Bu zihniyetin en çarpıcı yansıması, dönemin yüksek bürokratları ve devlet adamları tarafından sıkça dile getirilen şu sözde özetlenebilir: “Komünizm gelecekse onu da biz getiririz.” Bu ifade, halkın iradesiyle gelişebilecek herhangi bir toplumsal dönüşümün, ancak devletin denetimi ve onayıyla kabul edilebileceği yönündeki otoriter-modernist bakış açısının özetidir. Halkın taleplerinden bağımsız, hatta onlara karşı mesafeli duran bir devlet anlayışı, yurttaşı pasifleştirir. Yurttaş siyasal özne değil, devletin uygun gördüğü sınırlar içinde hareket eden edilgen bir varlık hâline gelir. Bu anlayışın yarattığı kültürel iklim, Türkiye’de sivil inisiyatifin zayıflamasına, örgütlü katılımın gelişmemesine ve halkın siyasal süreçleri dışsal bir mesele gibi algılamasına neden olmuştur.

Seçimli Otoriterlikten Demokratik Katılıma

Seçimler demokrasinin vazgeçilmezidir. Ancak Türkiye’de seçimlerin varlığı, demokrasinin varlığını garanti etmiyor. Siyasal iktidarların seçimlerle gelip gitmesi yeterli değildir. Asıl mesele, seçilenlerin denetlenebilir olması ve yurttaşların yönetime sürekli olarak katılabilmesidir.

Bugün Türkiye sıklıkla seçimli otoriterlik tanımıyla anılıyor. Bu kavram, siyasal iktidarın seçimler yoluyla meşruiyet kazandığı, ancak devletin kurumlarını kendi iktidarını pekiştirmek için kullandığı sistemleri tanımlar. Medya üzerindeki baskılar, yargı bağımsızlığının zayıflaması, ifade özgürlüğünün kısıtlanması gibi gelişmeler, seçimlerin demokratik içeriğini boşaltıyor.

Demokratik katılım sadece oy kullanmakla sınırlı kalmamalıdır. İnsanların yaşadıkları mahalledeki kararlara, çalıştıkları kurumların işleyişine, yerel yönetimlerin bütçe dağılımına dair söz hakkı olması gerekir. Demokrasi, merkezî yönetimden yerele yayılan çok katmanlı bir katılım süreci olmalıdır.

Temsili Demokrasinin Sınırları ve Krizleri

Temsili demokrasi belirli tarihsel koşullar altında ortaya çıkmış, halkın doğrudan yönetime katılamayacağı büyük ölçekli toplumlar için geliştirilmiş bir modeldir. Ancak bu modelin bugün yaşadığı krizler yalnızca Türkiye’ye özgü değildir. Dünya genelinde temsili sistemin meşruiyeti sorgulanıyor.

Temsilciler ile temsil edilenler arasındaki mesafe açıldıkça halkın siyasete olan güveni azalıyor. Türkiye’de bu durum, seçmenlerin giderek daha çok kurtarıcı lider arayışına yönelmesiyle sonuçlanıyor. Siyasal partilerin ideolojik farklılıklarından çok lider figürlerinin ön plana çıkması, demokrasiyi kurumsal bir sistem olmaktan çıkarıp kişiselleşmiş bir rekabete dönüştürüyor.

Ayrıca Türkiye’deki siyasal partilerin büyük kısmı iç demokrasiye sahip değil. Parti içi kararlar yukarıdan belirleniyor, milletvekili adayları merkezden atanıyor, taban örgütlenmesi zayıf kalıyor. Bu durum, halkın yönetime olan ilgisini ve inancını kırıyor. Temsilci değil, temsilsizliğin hâkim olduğu bir sistem oluşuyor.

Sosyokrasi: Katılımcı Demokrasinin Yol Haritası

Tam da bu noktada, yeni bir siyasal tahayyül ihtiyacı ortaya çıkıyor. Sosyokrasi, bu bağlamda yalnızca teknik bir yönetim modeli değil, aynı zamanda bir toplumsal dönüşüm çağrısıdır. Sosyokrasi karar alma süreçlerini daha kapsayıcı, şeffaf ve döngüsel hale getirmeyi amaçlar. Hiyerarşik temsiliyet yerine yatay örgütlenme biçimleri önerir.

Sosyokraside her birey, yaşadığı topluluğun karar mekanizmasına doğrudan ya da temsilciler aracılığıyla, ancak bu temsilcilerin sürekli olarak denetlendiği ve geri çağrılabildiği yollarla katılır. Kararlar uzlaşma esasına dayanır, çoğunluğun zorbalığına izin verilmez. Sosyokrasi, demokrasiyi yalnızca bir prosedür değil, bir yaşam kültürü haline getirmenin yollarını arar.

Türkiye’de uygulamaya konabilecek pilot örnekler, özellikle yerel yönetimler düzeyinde mümkündür. Mahalle meclisleri, ilçe halk konseyleri, çevrim içi katılım platformları gibi araçlar sosyokratik yöntemlerle yeniden kurgulanabilir. Bu, yurttaşların yalnızca oy veren değil, karar süreçlerine yön veren aktörler olmasını sağlar.

Ayrıca, siyasi partiler yasasında yapılacak bir reform, temsiliyet krizinin çözümünde önemli bir adım olabilir. Örneğin milletvekili veya belediye başkanı adaylarının belirlenmesi sürecinde, kararın parti genel merkezleri yerine yerel parti üyeleri tarafından verilmesi ve genel merkezin yalnızca onay mercii olması, siyasal yapının tabana dayanmasını sağlayabilir. Bu model, sadece demokratik katılımı artırmakla kalmaz; aynı zamanda temsil edilenle temsilci arasındaki bağı güçlendirir.

Yakın zamanda yaşanan Ekrem İmamoğlu’nun olası cumhurbaşkanlığı adaylığı tartışmaları, bu sürece örnek teşkil edebilir. Parti tabanında yükselen talep ve kamuoyunun geniş desteği, merkezi karar vericilerin gündemini şekillendirmiş, siyasal kararların aşağıdan yukarıya doğru yönlendiği bir tablo ortaya çıkarmıştır. Bu da sosyokratik prensiplerin siyasette uygulanabilirliğine dair güçlü bir işarettir.

Türkiye’de Sosyokrasinin Zeminini Oluşturmak

Sosyokrasi ancak güçlü bir sivil toplum, yaygın bir demokratik bilinç ve işleyen bir kamusal alanla hayata geçirilebilir. Türkiye’de bu unsurların bir kısmı zayıf olsa da potansiyel büyüktür. Gezi Direnişi’nden kadın hareketlerine, ekolojik mücadelelerden üniversite dayanışmalarına kadar birçok örnek, tabandan gelen katılım arzusunu ortaya koymuştur.

Dijital teknolojiler de bu dönüşümün önünü açabilir. Türkiye’nin genç nüfusu, dijital araçlara hakimiyet açısından oldukça yetkin. Bu potansiyel, sosyokrasinin çevrim içi platformlar üzerinden uygulamaya geçirilmesini mümkün kılar. Ancak bu teknolojik olanakların demokratikleşme yönünde kullanılması için hem eğitim hem de siyasi irade gerekir.

Kolektif karar alma pratiklerinin eğitim sistemine entegre edilmesi, yurttaşlık derslerinin içeriğinin yeniden düzenlenmesi ve çocuklara daha küçük yaşta katılım deneyimi kazandırılması uzun vadeli bir dönüşümün temelini oluşturur.

Demokrasi Yoldaşlık İster

Türkiye’nin demokrasiyle imtihanı bitmiş değildir, hâlâ sürmektedir. Bu imtihanı geçmek yalnızca iktidar değişikliğiyle değil, zihniyet değişikliğiyle mümkündür. Demokrasi bireylerin birbirine güvenmesini, birlikte karar almayı, farklılıklarla yaşamayı öğrenmesini gerektirir. Bu da bir kültürdür; öğrenilir, deneyimle inşa edilir.

Sosyokrasi bu kültürün taşıyıcısı olabilir. Sadece bir yönetim modeli değil, aynı zamanda birlikte yaşamanın yeni bir biçimidir. Türkiye’de bu biçimin mayası vardır; yeter ki doğru soruları soralım ve cevapları birlikte arayalım.

PAYLAŞ:

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir