Bir şeylerin ters gittiğini hepimiz hissediyoruz. Ekranlardan yansıyan kriz haberleri, sokakta yankılanan geçim sıkıntısı, her gün biraz daha derinleşen adaletsizlikler, bizi tuhaf bir sessizliğe sürüklüyor. Sorguluyoruz ama harekete geçmiyoruz. Kızıyoruz ama örgütlenmiyoruz. Anlamaya çalışıyoruz ama çoğu zaman yılgınlıkla yüzümüzü çeviriyoruz. Toplumun büyük çoğunluğu, bir tür ruhsal donuklukla, sanki kendi yaşamından soyutlanmış gibi, olup biteni izlemekle yetiniyor.
Bu Sessizlik Bir Kabul mü Yoksa Yorgunluk mu?
Bir toplum neden susar? Bireyler neden düşüncelerini açıklamaktan, hakkını aramaktan ya da düzeni sorgulamaktan vazgeçer? Bu sorular ilk bakışta bireyin konfor alanında kalmayı tercih etmesiyle açıklanabilir. Ancak bu yorum eksiktir. Çünkü günümüzün toplumsal ataleti konfordan çok yorgunluktan kaynaklanıyor.
Sürekli hayatta kalma mücadelesi veren birey, sistemin karmaşıklığı karşısında çaresizlik hisseder. Bu his zamanla onu katılmayan, sorgulamayan, hatta görmeyen bir figüre dönüştürür. Her şeyin kontrolünün kendisinden alındığı, sesinin duyulmadığı, kararların hep bir yerlerde “onun adına” alındığı bir düzende birey kendini edilgenleştirir.
Bu edilgenlik hali, sadece bireyin kendisine zarar vermez; toplumsal dokuyu da zayıflatır. Katılımın olmadığı yerde temsil yozlaşır. Sessiz çoğunlukların olduğu bir toplumda, azınlıklar kendi çıkarlarını dayatmakta zorlanmaz. Atalet, böylece yalnızca bir ruh hali değil, siyasal ve toplumsal çürümenin zeminine dönüşür.
Tarihin Yükü ve Geleceğin Karanlığı
Toplumsal ataletin kökenini yalnızca bugünün politikasıyla açıklamakla yetinemeyiz. Bu durum, tarihsel bir birikimin, kuşaktan kuşağa aktarılan bir bastırılmışlığın da sonucudur. Modern devletin merkeziyetçiliği, bürokratik mekanizmaların soğukluğu, temsili demokrasinin kısıtlılığı… Tüm bunlar, bireyleri toplumsal meselelerin dışına itmiştir.
Tarihte birçok kez, toplumlar uzun süre suskun kalmış, mevcut düzeni sorgulamak yerine ona uyum sağlamaya çalışmıştır. Ancak bu suskunluk yalnızca içsel değil, siyasal sonuçlar da doğurmuştur.
Örneğin Fransız Devrimi öncesi dönemde, geniş halk kesimleri yoksulluk içinde yaşarken, aristokrasi ayrıcalıklarını sürdürmüş, din adamları ve kralın mutlak otoritesi sorgulanmadan kabul edilmiştir. Üçüncü sınıfın (yani halkın) temsil hakkı yok denecek kadar azdı. Vergi yükü adaletsizce dağıtılmış, halkın söz hakkı yok sayılmış, reform talepleri görmezden gelinmiştir. Uzun yıllar süren bu sessizlik sonunda yerini büyük bir patlamaya bırakmıştır. Toplumsal atalet bir noktadan sonra bastırılamayacak bir öfkeye dönüşmüş ve kontrolsüz bir devrimi beraberinde getirmiştir. Sessizlik burada bir “kabulleniş” değil, bir “birikme” hâliydi.
Benzer şekilde, Osmanlı İmparatorluğu’nun son yüzyılında da toplumsal atalet çarpıcı biçimde hissedilmiştir. Merkeziyetçi ve otoriter yapılar, halkın yönetime katılımını engellemiş, sorunlar çoğunlukla “padişahın hikmeti” ya da “devletin bekası” gibi söylemlerle örtülmüştür. Tanzimat ve Islahat gibi reformlar, yukarıdan aşağıya bir modernleşme arzusu taşısa da halk bu sürece aktif olarak dâhil edilmemiştir. Siyasal katılım sınırlı kalmış, halk uzun süreli savaşlar, ağır vergiler ve ekonomik darboğazlar karşısında edilgenleşmiştir. Atalet zamanla devleti içine kapanık ve çözüm üretmekten uzak bir hâle getirmiş, bu da imparatorluğun giderek çökmesine zemin hazırlamıştır.
Bu iki örnek, farklı coğrafyalarda ve bağlamlarda ortaya çıkmış olsa da aynı temel gerçeği gösterir: Toplumsal atalet sürdürülebilir değildir. Sessizlik kalıcı bir barış getirmez. Bastırılmış sorunlar zamanla katlanır, temsil edilmeyen kitleler birikir, sonunda sistem kendini yenileyemez hâle gelir.
Ne yazık ki bu tarihsel miras, bugünün siyasal ve toplumsal kültürünü de etkilemektedir. Bizim gibi ülkelerde devlet halkla müzakere etmez, buyurur. Yurttaşlık hak temelli değil, görev temelli algılanır. Katılım teşvik edilmez, denetlenir. Bu nedenle insanlar kendi hayatları üzerinde karar veremedikçe toplumsal meseleleri kişisel alanlarının dışında görmeye başlar. “Beni ilgilendirmez” refleksi, aslında bu dışlanmışlığın psikolojik yansımasıdır.
Ayrıca bu yansıma zamanla yalnızca bireysel ilgisizliği değil, kolektif akıl tutulmasını da beraberinde getirir. İklim krizinden kadın cinayetlerine, ifade özgürlüğünden gelir adaletsizliğine kadar birçok yapısal sorunun ortasında yalnızca seyirci kalınır. Sessizliğin norm olduğu bir toplumda kötülük sıradanlaşır.
İşte bu nedenle toplumsal atalet yalnızca psikolojik değil, etik bir sorundur da. Biz bu ataleti yalnızca içimizde değil, kurumlarımızda, yasalarımızda, dillerimizde ve hatta eğitim sistemimizde yeniden ve yeniden üretiriz.
İtaatkâr Yurttaştan Katılımcı Özneye
Ataleti kırmak istiyorsak, önce bireyin pozisyonunu dönüştürmeliyiz. Yurttaşı sadece oy veren, vergi ödeyen, şikayet eden bir figür olmaktan çıkarmalı; kararların ortağı, sürecin öznesi hâline getirmeliyiz. Ve bunu sağlayacak olan şey, merkeziyetçi ve tepeden inmeci siyaset tarzı değil, yatay ve katılımcı modellerdir.
Tam da bu noktada sosyokrasi devreye girer. Çünkü sosyokrasi, yalnızca bir yönetim biçimi değil; aynı zamanda bir varlık biçimi önerir. Her bireyin hem konuşan hem dinleyen olduğu, her kararın şeffaf biçimde alındığı, geri bildirim döngülerinin esas alındığı bir toplumsal model… Bu model, edilgenliği değil, inisiyatifi örgütler. Ataleti değil, sorumluluğu besler.
Sosyokrasi, çoğunlukçuluk yerine uzlaşmayı; temsiliyet yerine katılımı; güç mücadelesi yerine iş birliğini esas alır. Ve bu yüzden yalnızca demokratik değil, aynı zamanda etik bir modeldir. Çünkü herkesin sözü değerlidir. Ve en önemlisi, herkesin “söz hakkı” değil, “karar hakkı” vardır.
Bu anlayış, toplumsal ataleti kırmak için en sağlam zemindir. Çünkü ancak kendini sürecin içinde gören birey harekete geçer. Aksi hâlde ne protesto kalıcı olur, ne reform etkili, ne de devrimler sürdürülebilir.
Atalet Kader Değildir
Toplumsal atalet, değişime karşı duyarsızlık değil; değişimin mümkün olmadığına dair kolektif bir inançtır. Bu inancı yıkmak, hepimizin önünde duran tarihsel bir görevdir. Eğer bugünü sorgulamayı bırakır ve yalnızca beklemeye devam edersek geleceği ancak geçmişin tekrarından ibaret bir karanlığa mahkûm ederiz.
Unutmamalıyız ki toplumlar en çok sustuklarında çöker. Bu çöküş sessizdir; yavaş ilerler, görünmezdir. Ta ki artık bir şeyleri değiştirmek için çok geç olana dek. Zira ne kadar geç kalınırsa değişimin bedeli de o kadar ağır olur.
Ama eğer konuşmaya cesaret edersek, birlikte düşünmeye alan açarsak, karar alma süreçlerine müdahil olursak o zaman sadece ataleti kırmakla kalmayız. Aynı zamanda yeni bir toplumsal etik, yeni bir siyasal kültür ve yeni bir dayanışma biçimi yaratırız. Çünkü biz sustuğumuzda yalnızca sesimizi değil, geleceğimizi de kaybederiz.
Ama sosyokrasi, bu susanların yeniden söz hakkı kazanacağı bir model olarak örgütlenirse yalnızca bugünü değil, yarını da kurtarabiliriz. Bu açıdan toplumsal ataleti kırmak, yalnızca bir eylem biçimi değil, bir sorumluluk biçimidir. Çünkü hareket etmeyenler, zincirlerini de hissedemezler.